Rota Yeniden Oluşturuluyor: Ümit Özdağ'ın Yeni Partisi

   Tanıl Bora, Birikim’de yayımlanan İki MHP yazısında MHP'nin üst yönetimi ve yeni yeni genişlettiği modern/şehirli tabanı ile; İslami hassasiyetlere çok daha önem veren taşralı tabanı arasındaki bir gerilime dikkat çekiyor. Yazının devamında  “İslamcıların en millici, ülkücülerin en ‘mukaddesatçı’ olduğu" iddiasıyla MHP’nin kalesi olarak Orta Anadolu gösteriliyor. Bir başka coğrafyada, Akdeniz – Ege – Trakya’da , ise Kürt göçü ile birlikte milliyetçi hassasiyetleri artan bir topluluktan bahsediliyor. Mesela bu topluluğun Heavy Metalciliğiyle milliyetçi kimliğini, modern giysileriyle bozkurtlu kolyesini bir arada sergileyebildiğini söylüyor.

MHP içindeki iki farklı milliyetçi tip arasındaki bahsettiğimiz gerilimin 1992’deki BBP kopuşuyla biter gibi olduğunu, çünkü İslami hassasiyetleri olanların Milliyetçi Hareket Partisi'nden Muhsin Yazıcıoğlu’yla birlikte ayrıldığını düşünenler olacaktır ancak - ileride İyi Parti örneğinde de göreceğimiz üzere - yoğun duygusal bağlar kurulan üç hilalli MHP’den kopmak hiçbir zaman kolay olmamıştır.  Ayrılık hareketinin başını çeken kişi; Alparslan Türkeş’ göre daha ulaşılır olan, ülkücüler için cezaevi arkadaşı, gençlik lideri sayılan Muhsin Yazıcıoğlu bile. Zaten, Tanıl Bora’nın yazısı da 1994 Nisanı’nda yayımlanmıştır

***

İki MHP’yi hep hissetmişimdir. Ülkücüyüm diyen, aynı partiye oy veren, duygudaşlığı yoğun ama bir o kadar farklılıkları olan iki grubun “ittifakı” belirgindir. Daha somut olarak ifade etmek istersek mitinglere mavi zeminli kurtbaşlı bayrakla giden bir taraf ile yeşil zeminli üç hilalli bayrakla katılan diğer taraf. (İttifak kelimesini özellikle zikrediyorum çünkü her partiye aslında çeşitli gruplar arasında bir ittifak niteliği taşıyan yapı olarak bakmanın partilerarası ittifaklara daha aklıselim bakmamıza yarayacağını düşünüyorum.)

Yeşil zeminli üç hilalin altında buluşanlar, Alparslan Türkeş’in “Türklük bedenimiz, İslamiyet ruhumuzdur. Ruhsuz beden ceset olur.” gibi sözlerine atıf yapıyor ve Seyyid Ahmed Arvasi, Necip Fazıl Kısakürek gibi isimlerin retoriğinden besleniyordu. Bu grup Kemalizm’den tiksiniyor, kökünün dışarıda olduğunu düşünüyordu. Kemalizm bu topluluk için Türk milletine kültürünü yani İslamiyet’i unutturan bir ideoloji-din gibi görülmesi gereken bir “-izm”di. Hatta ipin ucunu iyice kaçırıp “Kemalizm Türkleri, PKK ise Kürtleri İslamiyet’ten uzaklaştırıyor.” diyerek PKK ile Kemalizm’i bir tuttuğunu belirtenler dahi olduğunu hatırlıyorum. Şimdi bu grubun “yeni yetme ülkücü” olduğunu düşündüğü ve hakikaten de gençlerin oranının daha yüksek olduğu diğer kanada geçelim.

AKP iktidarı Fethullahçılarla işbirliğinin ardından PKK ile de yakınlaşmaya başlamıştır. AKP, PKK ile de yakınlaşmasına İslamiyet üzerinden meşruiyet kazandırmak istemiş, Fethullahçılarla bir olarak ortak düşman olarak Kemalizm’i seçmiş ve bugüne kadar yaşanan Türk-Kürt gerginliğinin büyük kısmının “suçunu” Atatürkçülüğe atmıştır. Her ne kadar ülkücü milliyetçiliğin kodları doğrudan Atatürk’e-Kemalizm’e dayanmasa da memleketin genel iklimi ülkücü gençlikte milliyetçilik damarının bir başka kabarmasına sebep olmuş ve ülkücü gençlik Atatürk’e olan bağlılık sınavını geçmiştir. Dönemin yayınlarında bu durumun, AKP’ye yakın gazeteci-köşe yazarlarınca “MHP ulusalcılaşıyor mu?”, “Ülkücüler Kemalistleşiyor mu?”, “MHP, CHP’lileşiyor mu?” benzeri başlıklarla eleştirilmesi bizlere MHP’nin üst yönetiminde de ulusalcılarla benzeşen tavrın hakim olduğu çıkarımını yaptırabilir.

Hatta bu durum bugün Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Başkanı olan CHP’li Mansur Yavaş’ın dahi dikkatinden kaçmamıştır. Devlet Bahçeli’ye yazdığı, kendi internet sitesinde yayımladığı -internete erişim görece düşük olduğu için- halkın ekserisine Cihan Haber Ajansı ile ulaşan mektupta, MHP’nin CHP’yle özdeş parti olduğu  “suçlamalarına” çanak tutan politikalar sergilediğini;  ülkücü kitlelerin, Yalçın Küçük'ün teşekkürüne mazhar olmayı milliyetçi-muhafazakar insanımızın beklentilerine tercih eden anlayışı içine sindiremediğini, MHP’nin batı-güney sahillerine sıkışan bir parti olduğunu iddia etmiştir. Mansur Yavaş isim vermeden, örtülü şekilde, Ümit Özdağ’ın partideki varlığından duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş, davası devam eden Engin Alan’ın ön plana çıkarılmasını eleştirmiştir. Son olarak da “CHP'lileşme" algısını giderecek, ülkücülüğe özgün siyaset anlayışına tekrar kavuşulmasını ümit ediyorum.” diyerek talebini MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye sunmuştur.

***

Gecikmesini açılım sürecine karşı birlik-beraberlik ihtiyacına yorduğum, iki MHP’nin kopuşunun vakti olan, Bahçeli’ye karşı Akşener – Aydın – Özdağ – Oğan’ın bayrak açtığı zamanlara geçelim. MHP'nin kendini yazının başında detaylı ele aldığımız kasabalı Türk-İslam anlayışına hapsettiğini söylemeden olmaz. Ancak MHP’ye uzunca değinmek istemediğim pek çok kişinin mâlumu, anlatılırsa epey uzun sürecek olayları es geçerek doğrudan İyi Parti’nin kuruluşuna geçmek istiyorum.

İyi Parti kurulduğunda kurmayları, partilerinin “merkez-milli merkez”de konumlandığını söylüyor, ideoloji partisi olmamakla övünüyordu. Fakat şunu görmek gerekir ki; ideolojinin yokluğunda insanlar çok daha saçma saiklerle kümeleşiyor, hizipleşiyor. Hemşehricilik, mezhepçilik, evvelden tanışmacılık, şahsi menfaatlerin kesişmesi üzerine kurulmuş kümeler boy gösteriyor. Böyle örgütlerin halka bir faydası dokunur mu?

Tabii ki “yeni bir MHP” görüntüsü oluşturmak yerine yeni bir hüviyetle siyaset sahasına girmek daha mantıklıdır. Fakat tabanın talep ettiği modern milliyetçilik, çok kısa süreliğine gençlik kollarının bizzat yer aldığı işler dışında, kendini gösteremedi. Mesela “Yüzünü Güneşe Dön” seçim şarkısı gençlik kollarının yaptığı çok iyi bir işti fakat sonradan ne gençlik kolları başkanının sürekliliği ne de gençlik kollarının kurumsallığı sağlanabildi.

Partiden beklentim, yazının başında kısaca değindiğimiz modern milliyetçilere alan açması ve yeni yüzlerin halkla tanıştırılmasını sağlamaktı ama böyle olmadı. Modern milliyetçilerin çoğu küstü, tutunamadı, istenmedi. İyi Parti,  -şehirli olmayan- Büyük Birlik Partisi’nde yıllarca siyaset yapmış, camiasında tanınan ama Türkiye’nin tanımadığı Yavuz Ağıralioğlu’nu meşhur etti. İyi Parti, merkez sağcı Demokrat Parti’nin Genel Başkanını meclise soktu. Açılım sürecini destekleyen Salim Ensarioğlu’nu partide tuttu. Ancak seküler - modern Türk milliyetçilerini halkla buluşturamadı, hatta ve hatta gözden çıkarmaktan dahi çekinmedi. Hâliyle bu tavırlar aklıma 2002 model AKP’yi getirmişti. Hikayeleri de benzerdir. Ortak noktaları köklü gelenek partilerinde yenilikçi bir hareket başlatmak ve nihayetinde yeni parti teşekkülüdür.

***

İyi Parti’nin iki milletvekili, Ümit Özdağ ve İsmail Koncuk, çeşitli sebeplerle partiden ayrılıp yeni bir parti kurma kararı aldı. Ayrılık tartışmalarını başta dar bir pencereden -Buğra Kavuncu meselesinden- seyrettik. AKP için de kullanışlı bir mesele olunca, havuz medyası Ümit Özdağ'ın söylemlerine bol miktarda yer verdi. Hakkını teslim etmek gerek Ümit Özdağ bu kanallarda iktidara karşı da çok sert söylemlerde bulundu ama parlatılan kısım İyi Parti'nin FETÖ'cü olduğu iddia edilen il başkanıyla ilgili oldu. Havuz medyasında geniş yer kaplayan, bu dar alana sıkışmış tartışmalardan Özdağ ve Koncuk nasibini aldı. İyi Partililer biri AKP'ye biri MHP'ye geçen yani doğrudan Cumhur İttifakı'na katılan milletvekillerine vermedikleri tepkiyi sırf CNN Türk'te konuştu diye -sanki Halk TV çağırdı da gitmedi- Özdağ'a verdiler. AKP'lilerin memleketteki her olumsuzluğu "dış güçlerin oyunu" olarak lanse etmesi gibi, İyi Partililer de partilerindeki her iyi gitmeyen işi Erdoğan'ın oyunu olarak görüyor. Bunun siyaseti yorumlamanın sakat bir tarzı olduğunu belirtmeliyiz.

Tartışmaların bu dar alandan sıyrılıp genişlemesinden ve Ümit Özdağ'ın pek çok politik soruna dair görüş belirtmesinden memnunum. Çünkü bir zamanlar İyi Parti'ye sempati duyup da şimdi İyi Parti'yi sevmeyenlerin asıl hoşlanmadığı mesele, havuz medyasının öne çıkardığı mesele değil.

Bir de Kavuncu meselesi, en çok, köşelerinde onu bunu Amerikancı, CIA ajanı ilan edenleri sevindirdi. Bu gibi suçlamalara yarın bir gün Ümit Özdağ da maruz kalabilir. Unutmamalıyız ki geçmişte Özdağ'a CIA ajanı diyenler,  "Pentagon Ümit" lakabı takanlar bu kişilerdi. Zaten, bu Avrasyacıların gözünde Çin'le ilişkileri iyi tutalım diyen stratejist, NATO'da haklarımızı daha iyi koruyabiliriz diyen hemen ajan falan oluyor. Yani bunlar tarafından Amerikancı ilan edilmek için Şehriyar'ın şiirinde anlattığı gibi Çin, Rusya ve İran'la, Türkiye'nin yoldaş olmasını istememek yeterli: "Gurt gurtnan dolaşır, itler it inen, / Gurt şikarnan doyar, itler küt inen, / Yanaşmanın goynu dolar pit inen / Heç elden özgeye gardaş olar mı? / Fars, Çin, Urustan yoldaş olar mı?"

Neyse ki Doğu Türkistanlıları PKK ile bir tutan, İstanbul Sözleşmesi'ne sırf Avrupa Konseyi'nin sözleşmesi olduğu için karşı çıkan, diktatör Doğu rejimlerinin sempatizanlarına pek de prim verilmemiş, gerekli mesajlar verilmiştir. Bu mesajlar şunlardır:

1-Ümit Özdağ'ın başkanı olduğu 21. YY Türkiye Enstitüsü'ne Doğu Türkistan bayrağının çekilmesi ve Özdağ'ın medyası diyebileceğimiz Haberiniz.com.tr'nin Doğu Türkistan için bülten hazırlaması

2-tv100'de İstanbul Sözleşmesi'ni savunan "Kadın cinayetleri için anıt dikmemiz gerekirken ve kadın cinayetlerine yönelik daha etkili önlemler almamız gerekirken biz İstanbul Sözleşmesi hedef alınıyor." beyanı

3-Celal Eren Çelik'in youtube kanalındaki "Türkiye’nin menfaatlerini NATO’da kalarak daha iyi savunabileceğimizi düşünüyoruz. NATO’da kalacağız ama NATO içerisinde Türkiye’nin haklarını çok daha keskin biçimde savunacağız." sözleri.

***

Ümit Özdağ'ın yeni partisinden beklentim -ki bu potansiyeli görüyorum- modern Türk milliyetçiliğini temsil eden, başkalarının hassasiyetlerinden çok kendi hassasiyetlerine göre iletişim dili kuran ve yeni yüzlere fırsat veren bir parti olması. Etki gücü aldığı oy oranından çok daha yüksek, siyaseti domine eden bir parti olması. Tıpkı Türkiye İşçi Partisi gibi, çok dalga geçilse de Vatan Partisi gibi. 

Aklıma bir gazetecinin Ümit Özdağ için yaptığı, olumsuz eleştiri olarak sunduğu yorum geliyor: "Ümit Özdağ İyi Parti'nin bir fikir kulübü gibi olmasını istiyordu". Evet, ben de böyle bir parti olsun istiyorum bu kez. Bu parti herkesi ama herkesi kapsayan bir parti olmasın. Bu parti gerçek siyasetten anlamayıp da ağzı laf yapan, retorik bağımlısı siyasetçilerin partisi olmasın.  Bu siyasi teşekkül popülist olmayan; Türkiye için somut projeler, stratejiler geliştiren siyasetçilerin partisi olsun. "Dernekler-vakıflar aracılığıyla siyasete yön veren işler yapılamaz mı?" sorusu çıkıyor hep. Hayır, etkili olmuyor. Halkın gözünde falanca siyasi partinin ilçe başkanının sözü birçok derneğin genel başkanlarından daha etkili. Siyasi arenada doğrudan aktör olmadıkça kıymetiniz hep düşük kalacaktır. Halkımız soyut düşünemiyor, dolayısıyla tabela partisi diye küçümsememek lazım. Seçimlere girebilmeye hak kazanmak için 41 ilde ve 41 ilin birkaç ilçesinde örgütlenmek, tabelayı asmak gerekiyor. Bu küçümsenmeyecek, hele hele seçim zamanlarında çok daha  önemli hale gelen bir güçtür.


Bu konuda yeni partide dikkat edilmesi gereken bir husus da şu: İyi Parti'nin tersine Ayasofya'da, son meselemiz Emekli Amiraller Bildirisi'nde Cumhur İttifakı'nın suyuna gitmeyen net tavırlar beklerken mesela Suriyeliler konusunda çok uç noktalara savrulabilir. Şu anda Suriyeli meselesinde Ümit Özdağ'ın gerekçeleri mantıklı, tutarlı, akla yatkın olsa da ileride parti teşkilatından birinin "salt yabancı düşmanlığı" üzerine kurulu sağduyusuz olası bir söylemi mücadeleye gölge düşürür, partiyi zedeler. Yeni partinin tabanı buna çok müsaittir, dikkat edilmeli.

***

Ne yazık ki bu memlekette en çok oy, ittifak tartışmaları önemseniyor, rağbet görüyor. Bu yüzden sona bıraktım.

Ümit Özdağ'ın partisinin tüm bu olanlardan sonra sarı muhalefet olarak gördüğü CHP ve İyi Parti'yle ittifak yapması olası görünmüyor. İki tarafın da istemeyeceği bir birliktelik olarak karşımıza çıkıyor.  Bu durumda yeni parti baraj sorunuyla karşı karşıya kalacaktır. Belki de bağımsız adaylarla seçime girme formülünü deneyecektir. Bağımsız adaylarla seçime girmek parti logosunu oy pusulasına taşıyamamak demek olduğundan büyük dezavantajlar barındırıyor. Mesela seçmen, parti vekilleri arasından ayrı bir seçim yapacağı, bağımsız adaylar arasından da ayrı bir seçim yapacağı gibi yanlış bir düşünce tarzı geliştirmiş. Bu tip seçmen, iki mühürlü oy pusulasıyla oyunu hiç etmekten başka bir şey yapmıyor.

Burada, aklıma ilk gelen sıfır baraj ittifakı oluyor. İlkin CHP'nin ortaya attığı, siyasi programın birlikteliğini esas almadan sadece baraj altı durumunu engellemek üzerine kurulu bu ittifakta yer alınabilir. Bu ittifakta Gelecek Partisi'nin, Deva Partisi'nin yer alacağı konuşuluyordu. Bu durumda Ümit Özdağ'ın yanı sıra Muharrem İnce'nin de "Eski AKP'lilere yer var, bize yer yok mu?" kozunu oynayarak "Sıfır Baraj İttifakı"nda yer alması iyi olur.

Oy bölme endişesi yersiz bir endişedir. Bir parti cumhur ittifakına katılsa dahi tabanı son noktada, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Erdoğan'a oy vermezse muhalefet cephesinin hiçbir kaybı olmayacaktır. Aksine yeni partiler sandığa gitmek istemeyen, muhalefetten memnun olmayan, "kararsız partisi"nin üyeleri için alan açacak, muhalefet cephesini genişletecektir. Millet ittifakının asıl korkusu olsa olsa iktidarın yönelttiği eleştirilerin, mahalle maçında yaptığımız "Adamınız faul diyor" türünden yeni partinin argümanlarıyla desteklenmesi olur. E millet ittifakı hep iktidarın hassasiyetlerini dikkate alacak değil ya, biraz da kendi kitlesine kulak versin. Kaldı ki Özdağ'ın da İnce'nin de cumhur ittifakına katılma ihtimali yok denecek kadar az. Özdağ Cumhur İttifakından dahi, özellikle MHP'den oy çekerek muhalefet blokunu genişletebilir.


 Alperen İnce




Redaksiyon: Yunusemre Işık 





 










Basından: İyi Parti Trabzon İl Başkanı Azmi Kuvvetli'yi Ziyaretimiz ve Doğu Türkistan Teşekkürümüz

Çağdaş Uygarlık Platformu temsilcilerinden Alperen İnce ve Mert Aydın; İyi Parti Trabzon İl Başkanı Azmi Kuvvetli'yi ziyaret etti. Ziyaretçiler İyi Parti'nin Doğu Türkistan hassasiyeti için teşekkür etmeye ve tanışmaya geldiklerini belirtti.








İYİ Parti İl Başkanı Kuvvetli Perinçek'i kast ederek "Ülkücü düşmanı, beka vadisi müdaviminin alçaklığının ve satılmışlığının sınırı olmadığını 80'lerden bu yana biliriz masum Doğu Türkistanlılar için Çin'in PKK'sı demesini anlarız da Turan ülküsü diye gezinenlerden niye çıt yok?" ifadelerini kullanırken saray muhafızlığının milliyetçilik olamayacağını belirtti.

DOĞU TÜRKİSTAN HER ŞEYDEN EVVEL İNSANLIK MESELESİDİR

Çağdaş Uygarlık Platformu yöneticisi Alperen İnce ise "Bizler Doğu Türkistan'ı her şeyden evvel insanlık namına savunuyoruz. Çin dünyanın en kapalı yönetimlerinden biri. Vatandaşlarına temel hak ve hürriyetleri dahi çok görüyor. Bunun yanında iktidar yıllardır Müslümanlık adına oy topladığı, son yıllarda ise Kızılelma gibi milliyetçi kavramları sıklıkla kullanmakta olduğu için şayet mesele buysa Doğu Türkistan'ın Türk ve Müslüman olduğunu da hatırlatırız." dedi. Bakan Çavuşoğlu'nun "Çin aleyhtarı yayınlarına müsaade etmeyeceğiz" sözlerine tepki gösterdi.

BOĞAZİÇİ ÖĞRENCİLERİNE DESTEK MESAJI


Öğrenci Alperen İnce, sözlerine Boğaziçi meselesine değinerek devam etti. Gençlerin protesto hakkının kullanmasının yerinde olduğunu savundu. Herkesle oturup kalkan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın gençlerin düşüncelerini de dikkate alması gerektiğini ifade etti.

LİYAKATSİZLİK ZİRVE YAPTI

İYİ Parti Trabzon İl Başkanı Azmi Kuvvetli ise geçmişte birçok haksızlığa uğradığını, Ankara'da "dayısı" olmadığı için memur olarak alınmadığını söyledi. "O günler dahi bundan iyiydi" diyerek kayırmanın, liyakatsizliğin bugün zirve yaptığını belirtti. 


Ali İsmail'i ve Fırat Yılmaz'ı Beraber Savunmak


“bu dünyada bir nesneye

yanar içim göynür özüm

yiğid'iken ölenlere

göğ'ekini biçmiş gibi”

Yunus Emre





Kimi kültürlerde kişiler önce eylemini niye yapacağını teferruatıyla anlatır, dayanaklarını açıkladıktan sonra harekete geçer. Kimi kültürlerde ise iş yapılır sonra hesap verilir. Bizim kültürümüzde işin büyüklüğünden bağımsız olarak en önemsiz işten en önemli işe kadar  önce eylem sonra hesap yaygın gibi. Ne bileyim belki de uyduruyorum. Neyse, şimdi bir paylaşımın hesabını vereceğim. 


"Ali İsmaillere, Fırat Yılmazlara bin selam! Aziz hatıralarını yaşatmak için çabalamaya devam edeceğiz." diye bir tweet atmıştım şahsi olmayan bir profilden. Üstüne çok düşünmeden, fevriyetle. Üzerinden bir mevsim geçti. Bu fevrilik işin tweet atma bölümü için geçerli tabii. Yoksa Fırat Yılmaz Çakıroğlu'nun ve Ali İsmail Korkmaz'ın ölümü üzerine düşünmüşlüğüm az değildir. 


Sosyal medyada sayıca az olsa da birtakım kimseler bu paylaşımdan hoşlanmadı. Hoşlanmayan kimseler kâh doğrudan kâh dolaylı yollardan sataştı. Bizleri terbiyesizlikle, fikirlerimizden taviz vermekle, Çakıroğlu'nu bir terör örgütü sempatizanıyla -ki bu Korkmaz'a atılmış mesnetsiz bir iftiradır- yan yana getirmekle itham edenler vardı. Bir başka tayfa da "Ali İsmail Korkmaz'la böyle bir faşisti nasıl yan yana getirebiliyorsunuz?" diye çıkışmıştı. Naçizane iletişim halkamızı referans aldığımızda kalabalık sayılabilecek bir topluluk da paylaşımımızı ve duruşumuzu takdir etti. Acı yarıştırmadığımız, bu memleketin evlatlarını savunduğumuz için teşekkür etti. 


Sayılara değinmişken hemen herkesin bildiği ve kabul ettiği üzere, bir fikir fazla kişinin desteklemesiyle doğru olmuyor. Zaten gerçek hayata bakarsak bu konu özelinde ve daha nice konuda azınlık durumdayız. Ege Üniversitesi'nin açılım dönemindeki durumunu, terör örgütü propagandalarının hat safhada olmadığını; "Atatürk ve Bayrak Yürüyüşü" düzenleyen öğrencilerin fişlendiğini unutarak, -meşhur tabirdeki gibi- "sağcısıyla solcusuyla" vatansever öğrencilerin nice zorbalıklara maruz kaldığını bilmeden Fırat Yılmaz ve arkadaşlarını faşist diye yaftalayanlar sayıca üstün. İnsan onuru nedir bilmeyenler, Anayasal toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkından bihaber olanlar, "Vatan hainleri kesinlikle Ali İsmail Korkmaz piçi gibi dövülerek öldürülmeli." diyen haysiyetsiz gibi düşünenler halkımızın ekserisini oluşturuyor. Fakat ısrarlı ve kararlı bir savunuculukla sabit fikirleri değişken kılmanın mümkün olduğuna inanıyorum. Bunun işe yarayacağını kendimden biliyorum. 





İnsanlık halidir utanmadan anlatayım. Mesela Ali İsmail Korkmaz öldürüldüğünde yaşım küçüktü ama içinde bulunduğum koşulların da etkisiyle ülke gündemine dair çıkarımlar yapma ihtiyacı hissederdim ve Ali İsmail Korkmaz benim için bir piçti. Niye? "Çünkü Ali İsmail Allah'a küfür etmiş"miş. Çünkü Ali İsmail polise karşı gelmiş. Zaman, bana her şeyin kafamda kodladığım gibi olmadığını öğretti. Her polis dürüst ve namuslu, her yürüyüş düzenleyen solcu PKK'lı değildi. Bu kategorize etme işi nesiller boyu insanoğlunun işine yaramıştır ama böyle düşüncelere kapılma noktasında epey zararları da vardır tabii. Sabitleri değişken kılmanın mümkün olduğuna inanıyorum demiştim. Örneğin MHP'nin Korkmaz ile ilgili basın açıklamasını çok güzel ve yerinde bulurum. Olaya bakışımı değiştirmemde etkilidir. 


"Hukuk devletinde dayak yoktur, darp ve şiddet yoktur, işkence yoktur – olamaz, olmamalıdır.


Bazı çevreler yüzsüzce bu utancı meşru kılmak adına harekete geçtiler.


Diyorlar ki “Ali İsmail Korkmaz solcu idi”…


Diyorlar ki “Ali İsmail Korkmaz Alevi idi”…


Diyorlar ki “Ali İsmail Korkmaz ateist idi”…


Biz de Milliyetçi Hareket Partisi olarak onlara cevaben diyoruz ki: Ali İsmail Korkmaz insandı ve aynı Ali İsmail Korkmaz, sizin-bizim gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin eşit vatandaşı idi.


Gencimizin hatırasını hayırla yâd ederken; hukukun bir annenin feryadına ve isyanına en doğru şekilde cevap vermesini temenni ediyor, devletimize bu utancı yaşatanların en ağır şekilde cezalandırılmalarını talep ediyoruz.


Vicdanlı Türk kamuoyuna duyurulur."


Bu arada değinmeden geçemeyeceğim. MHP'nin değişimi açısından da önemli bir örnek bu basın açıklaması. MHP'liler önceden bir küçük çocuğun düşüncelerini müspet yönde değiştirebilirken eşit vatandaşlık, hukuk devleti gibi kavramları öğrenmesini sağlarken şimdi sürekli birilerini hain, terörist ilan etmenin peşinde.



Daha yeni gördüm. Halkın TKP'si kurucularından, çevirmen, sosyalist bir düşünür Ahmet Cemal 2015 senesinde İlerihaber'de "23 yaşında bir üniversite son sınıf öğrencisi iken, ek formasyon dersleri alan genç bir akademisyen adayı iken, boş zamanlarında basketbol oynar iken, ülkesinin bayrağını ve Ata’sını savunmayı misyon edinmiş iken, ana ve babasından, sözlüsünden, çok sevdiği kedisinden, bütün bir geleceğinden bir bıçak darbesiyle kopartılan, ülkesinin ve bütün sevdiklerinin elinden alınan Fırat Yılmaz Çakıroğlu için..." sözleriyle yazısına başlamış, Cumhuriyet gazetesindeki yazısında da  Fırat Yılmaz Çakıroğlu'nun ölümüne tepki gösterdiğinde bir gençten "Ama hocam onun hangi saftan olduğunu biliyor musunuz?" diye bir soru aldığından bahsediyor ve üzülüyor. 


Ahmet Cemal de köşe yazılarıyla okuyucu kitlesinin ve öğrencilerinin fikrinin değişmesine vesile olmuştur muhakkak. (2017'de hayatını kaybetmiş, teferruatıyla tanımasam da saygıyla anmış olalım böylelikle.)


Sonra, Fırat Yılmaz Çakıroğlu'nun Berkin Elvan hakkındaki sözleri aklıma geliyor. "Herkes haddini bilsin. Ülkücülük 14 yaşındaki çocuk üzerinden polemiğe girmek değildir." diyordu. Berkin büyüyünce ülkücü katili de polis katili de olabilirdi diye düşünüp onun ölümünü meşru hale getirip vicdan mı rahatlatacaksınız diye soruyordu. Bu sözler de birçok ülkücünün daha sağduyulu davranmasını sağladı.



Bana kalırsa kavganın, siyasi rekabetin, ideolojik mücadelenin makbulü böyledir. Mertçe örnekleri budur. Ahmed Arif'in dilediği türden:


"Erkekçe olsun isterim,

 Dostluk da, düşmanlık da.

 Hiçbiri olmaz halbuki" 


(Hanım arkadaşlarım anlayışına sığınıyorum bu noktada. Niyetim cinsiyetçilik değil ama sözgelimi Netflix gibi sanat eserlerini tahrip etmek, bazı Hıristiyan din adamları gibi "amen"den sonra bir de "awomen" eklemek de yakışık almaz hani.)



***


Semboller kıymetlidir. Mesela okullarımızın duvarlarında ve daha birçok yerde Atatürk vardır. Aslında Atatürk portresi -bence- Mustafa Kemal’in şahsının yanında Namık Kemalleri, Gökalpları, Mehmet Eminleri... her biri ilmin, hürriyetin, erdemin, çağdaşlığın, milliyet aşkının bayraktarlığını yapmış, Anadolu’ya güneş olmuş, Türk yeni devletinin mimarlarını - Türk aydınlarını - temsil ediyor.


Fırat Yılmaz Çakıroğlu… Boksör, basketbol oynamayı seven, doğum gününde üzerinde Uykusuz dergisinin Fırat isimli çizgi karakterinin olduğu çakmak hediye edildiğinde gülümseyen bir insan. Bunun yanında gerilerde durmayı zûl sayan bir öncü, bir bayraktar. Terörle Türk gençliğini yıldıracağını sanan solucanlar karşısında bir âbide. AKP-PKK işbirliğiyle üniversitede çeşitli zorbalıklara maruz kalmış, can güvenliği olmayan, aman sevdiğimin başına bir iş gelir diye sevgilisiyle dahi rahat buluşamayan binlerce genci temsil ediyor.


Ali İsmail Korkmaz… Gerçek bir hayvansever, koyu bir Fenerbahçe taraftarı, annesinin deyişiyle “Gerçek bir vatansever, köy okullarına kitap götüren...” mümtaz bir insan. Bunun yanında kalleşe kucak açan, teröristi muhatap alarak kitleleri adeta şiddete teşvik eden ama masum gençlerin protestolarını, tepkilerini görmezden gelen iktidarın karşısında bir namus timsali. Gençlerin mizahına, sazına, gitarına karışanlara karşı duranları temsil ediyor.


İkisini birlikte savunmak, yan yana fotoğraflarına yer vermek de özgürlükçü, azimli, namuslu, baş eğmeyen Türk gençliğini temsil ediyor. On yıllardır Türk gençlerinin arasına şiddet, ayrılık, kan ekilen düzeni reddetme manası taşıyor. Mahalleleri ayrı olsa da birliği temsil ediyor. Az şeyle çok şey anlatıyor.


Harun Semih Kocabaş’ın özetlediği gibi: “Ali İsmail de bizim Fırat da bizim. Çünkü biz bu ülkenin gençleri olarak devletin yanlış politikalarını protesto ederken bir ara sokakta dövülerek öldürülmek veya üniversitenin ortasında teröristler tarafından bıçaklanarak öldürülmek istemiyoruz.”


Adlarını yan yana sık sık zikrederek bu temsili yaymak ve güçlendirmek dileğiyle Ali İsmaillere ve Fırat Yılmazlara bin selam. Aziz hatıralarını yaşatmak için çabalamaya devam edeceğiz.



Gördüğüm Lüzum Üzerine: MHP'nin "Ali İsmail Korkmaz" Basın Açıklaması

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı – Ankara Milletvekili
Yıldırım Tuğrul TÜRKEŞ’in yapmış olduğu yazılı basın açıklaması.
4 Şubat 2014

Ali İsmail Korkmaz (19) “Gezi” eylemleri sırasında Eskişehir’de hunharca katledilmiştir.

Sokak ortasında merhametsizce darp edilen bu yavrunun davası dün (03.02.2014) Kayseri’de görülmeye başlanmıştır.

Savcı mütalaasında tekme darbeleriyle Korkmaz’ın ölümüne sebebiyet veren şahsın tutuklanması talebinde bulunmuştur. Mahkeme heyeti ise söz konusu talebi reddetmiştir.

Netice itibarıyla, 14 saat süren dava, 12.05.2014 tarihine ertelenmiştir.

Elbette burada işleyen bir yargı süreci vardır ve herkesin sabırla sürecin selametle tamamlamasını beklemelidir.

Ancak;

Basına yansıyan ifadelerden, sanıkların arsızlıklarının ve pişkinliklerinin tüyler ürpertici boyutlara ulaştığı anlaşılmaktadır.

Bahsi geçen ifadeler, Türkiye’nin içinde bulunduğu zihniyet buhranını açıkça gözler önüne sermektedir.

“Adalet” ihtiyacı insanlığın tarih boyunca en kutsal arayışı olmuştur.

Bir anne düşünün ki; oğlu sokak ortasında yargısızca infaz ve linç edilmiştir.

Bir anne düşünün ki; ayakta zor duruyor – yaşadığı tarifsiz acıyla yaşlanmış, bitkin düşmüş…

Bir anne düşünün ki; gözyaşlarıyla, haklı bir öfkeyle oğlunun hakkını arıyor, adaleti arıyor ve isyan ediyor.

Hukuk devletinin prensipleri ve prosedürleri bellidir. Bir suç durumu, suç içeren bir fiil veya davranış var ise, o halde gözaltı süreci başlatılır – sorgulama yapılır ve sanık Savcılığa salimen teslim edilir.

Bu kadar.

Hukuk devletinde dayak yoktur, darp ve şiddet yoktur, işkence yoktur – olamaz, olmamalıdır.

Bazı çevreler yüzsüzce bu utancı meşru kılmak adına harekete geçtiler.

Diyorlar ki “Ali İsmail Korkmaz solcu idi”…

Diyorlar ki “Ali İsmail Korkmaz Alevi idi”…

Diyorlar ki “Ali İsmail Korkmaz ateist idi”…

Biz de Milliyetçi Hareket Partisi olarak onlara cevaben diyoruz ki: Ali İsmail Korkmaz insandı ve aynı Ali İsmail Korkmaz, sizin-bizim gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin eşit vatandaşı idi.

Gencimizin hatırasını hayırla yâd ederken; hukukun bir annenin feryadına ve isyanına en doğru şekilde cevap vermesini temenni ediyor, devletimize bu utancı yaşatanların en ağır şekilde cezalandırılmalarını talep ediyoruz.

Vicdanlı Türk kamuoyuna duyurulur.




Kızılelma Gömleği X AKP




Cumhuriyet gazetesindeki tespit, “Kızılelma, Türkiye’de yıllardır ülkücü kesim tarafından yoğun olarak sahiplenilen bir kavram.”, çok doğru. Kızılelma hikâyelerde, şiirlerde, şarkılarda kullanılagelen, küçüğünden büyüğüne ülkücülerin yıllardır aşina olduğu bir kavramdır. Mefkûredir, ülküdür.


İlk olarak ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum ama internette araştırırken isminin Viyana’da bir binada bulunan altın küreden geldiğini, bir başka teori olarak da kızılın altın, almanın hedef manasına geldiğini yani Kızılelma’nın “altın hedef” manasına geldiğini okuduğumu hatırlıyorum. Sanırım altın hedefi daha çok sevdim.

YAYGIN MEDYADA KIZILELMA

Yaygın medyada kullanımını ise 2014 yılında Osman Sınav’ın Kızılelma yapımıyla görmüştüm. Üstelik devlet kanalında yayınlanan bir diziydi. Her bölümünde Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nden bir alıntıyla Kızılelma’yı tarif eden bir giriş vardı: Oğuzlar için, hangi yöne giderlerse gitsinler ulaşacakları zafer, ulaşılmadan önce Kızılelma’dır.

Sonrasında yayından kaldırıldı…

İLETİŞİM BAŞKANLIĞININ ‘KIZIL ELMA’ KLİBİ

Geçtiğimiz günlerde, Tayyip modeli başkanlık sistemi ile bakanlıkların gerçek manada bakanlık olmadığı, kıymetinin azaldığı Türkiye’mizde öne çıkan bir kurum olan İletişim Başkanlığı tarafından “Kızıl Elma” adlı bir marş, video servis edildi. Bu video Kızılelma ve bunun gibi milliyet duygumuzu tetikleyen sembollerle doluydu.

Bir düşünür ilk sevdasında biraz şaşılık olduğundan kendisine artık bir şey hissetmemesine rağmen şaşı hanımlar gördüğünde yine de içinde bir kıpırtı olduğunu söylüyordu.

Elbette bu paylaşımdan olumlu yönden etkilenen olmuştur ama marşları pek mi pek seven, videodaki sembolleri içselleştirdiği için yukarıdaki örnekte olduğu gibi ufak da olsa içinde bi’ kıpırtı olması beklenen gençler çok konuşulan bu videoyu seyrettiklerinde muhtemelen benim gibi “Bu neydi şimdi?” demişlerdir.

Bu tepkimiz sözlerin ve melodinin kalitesizliğinden midir, biz gençlerin AKP’den tiksinme seviyesine geldiğinden midir bilmiyorum.


NİÇİN KIZILELMA GÖMLEĞİ

Taha Akyol Kızılelma meselesiyle ilgili Karar gazetesine şöyle yazmış: İktidarın tabanında heyecan yaratacak yeni motiflere ihtiyaç duyduğu açık. Yarısına bile yaklaşamayacağımız belli olan ‘2023 Hedefleri’ söylemi beklenen heyecanı vermiyor tabii.

Evet, AKP ve müttefiki MHP gün geçtikçe kitlesinin gerçek sorunlarından uzaklaşıp mistik ve arkaik meseleleri gündeme taşımakla meşgul.

Mesela bir zamanlar AKP kitlesinin gerçek bir sıkıntısı olan başörtüsü probleminin atıl kalması, MHP’nin ise müttefiklik gereği genç işsizlik, yargıya güven gibi meseleleri dillendir(e)memesi bu duruma örnek olabilir. Aynı zamanda bu durum gençlerin bu partilerden uzaklaşmasının sebebi.

STAR WARS ÖRNEĞİ

Teşbihte hata olmazmış. “Kızılelma Gömleği X AKP” meselesini Disney’in Star Wars markasının giyimden gıdaya farklı markalarla yaptığı ortaklıklara benzetiyorum. (Zümrüt Tanrıöven, pazarlamasyon.com’da Disney’in iletişim stratejisini 5 sene önce değerlendirmiş. Göz atılabilir.)

Şöyle ki Star Wars ile ortaklık yapan markaların satışları hep artıyor. Bunun yanında da Star Wars kültürü gitgide derinleşiyor, nüfuzu artıyor. Karşılıklı bir çıkar söz konusudur ama iş birliği yapılan markalar kafasına göre iş yapamaz. Star Wars’ın sembollerini eğip bükemez.

Yani demem o ki Kızıelma’nın ve diğer milliyet duygusunu hatırlatacak sembollerin yaygınlaşması elbette bizi memnun eder ama profesyonellerin yüz eskimesi, bizim de ele ayağa düşme dediğimiz duruma gelmesine müsaade edemeyiz. “Kofti milliyetçiliğin” pazarlanmasına alet olamayız. (Pazarlanan milliyetçilik tabiri vesilesiyle Ersin Aktaş’a bir selam çakalım.)

Kızılelma gömleği giyeceksen kırpıp, biçmeden giyeceksin. Siyasal İslamcılığa alet etmeyeceksin.

Klipte CHP’yi, İP’i hatta ve hatta MHP’yi çağrıştırmasın diye tarihî bütünlük mesajını eksik vermeyeceksin. Osmanlı’nın üç hilali de yer alacak, Diriliş dizisiyle yaygınlaşması için büyük para dökülen Kayı tamgası da, sarı saçlı mavi gözlü bir başkomutan da.

“AKP’yi Kızılelma çizgisine getirdik” diyen, çatlak zurna gibi öten, kelime oyunundan öteye geçemeyenler de Türk milliyetçilerinin manevi olarak beslendiği bir gaye olmasının yanında gerçek sorunlara çözüm niteliği taşıyan (mesela çağdaş Türk devleti, cumhuriyet fikri de bir kızılelma idi) kızılelmasıyla, AKP’nin kızılelmasını karşılaştırsın.

Bir Siyasal Araç Olarak Serseri Aşık Liseli






Ankara’da Türk milliyetçiliğini mefkûre edinmiş bir kuruma tanışmaya gittiğinizde mensupları ve temsilcileri alternatiflerinden farklarını, entelektüel olduklarını anlatmaya başlarlar. Muhabbet esnasında kâh Gazi Üniversitesini örnek göstererek günümüz ülkücü imajından duydukları rahatsızlıklar dolayısıyla sitem ederler kâh üniversitelerdeki başka ideolojilere mensup grupların tavırlarından duydukları rahatsızlığı dile getirirler. Bunun yanında da idealsiz veya apolitik diyebileceğimiz kişileri de eleştirmeyi ihmâl etmezler.


***

Şimdi ideolojisi, dünya görüşü fark etmeksizin üniversite öğrencilerini bir düşünelim. Bu insanlar üniversite bahçelerinden bir anda yeşerip okula başlamıyor öyle değil mi? Her birinin ayrı bir hayatı, gelişim süreci, onu “o” yapan bir hikayesi var şüphesiz.

Lise hayatı bu serüvenin önemli bir parçası. Hatta benim için en önemlisi. Amaçsız yaşamaz liseli. Hayalleri kimine göre kayda değer kimine göre de uğraşmaya değmeyecek niteliktedir ama bir hayali vardır mutlaka öyle ki adanmışlığı fotoğrafla deseler hemen bir liseye koşarım.

Hele hele Türk milliyetçisi bir liselideki adanmışlık kimsede yoktur. Daha 2 sene evvel liseliydim oradan biliyorum, geçtiğim günlerde arkadaşlarıma nasıl milliyetçi olduklarına dair birkaç satır yazmalarını istemiştim oradan biliyorum.

Karakteri ve buna bağlı olarak hayatı şekillendiren bu adanmışlıktır işte. Bu adanmışlık kişiyi düşünmekten yoksun kılıp bir yobaz haline getirebilir. Buna karşın doğru kanalize edilirse bu adanmışlıkla kişi hem kendine hem milletine çok yararlı biri de olabilir. Bu potansiyelin farkında olan gruplar var. Bu takımlar onları kendi amaçları doğrultusunda eğitmek istiyor. Durkheim’ın eğitimle ilgili pek çok makalede geçen şu sözünde dediği gibi: “Eğitim, toplumsal hayata henüz hazır olmayanlara yetişkin kuşaklar tarafından uygulanan bir etkidir. Amacı bireyde hem bir bütün olarak siyasal toplumun, hem de bireyin bağlı olduğu iş çevresinin kendisinden istediği belirli sayıda fiziksel, entelektüel ve ahlaki yetenekleri meydana getirmek ve geliştirmektir.”

Liseliler, DHKP-C ve türevi 3-5 harfli terör örgütlerinin hedefinde. Silahlı mücadele dedikleri terörist eylemler vasıtasıyla Marksist, Leninist bir diktatörlük -sözde halk iktidarı- kurmak isteyen ölü sevicilerin ağına düşebilirler. Bu gençlerin yüzünde kızıl bez, elinde sapanla polise taş atması işten bile olmuyor maalesef. Berkin Elvan bunun acı bir örneği. Sonraki yıllarda da her biri savcı katili adayı olacak şekilde eğitiliyorlar.

Liseliler, din kisvesi altında ne yaptığı belli olmayan grupların hedefinde. Fetullahçılardan ve bunların yan sanayii olan gruplardan bahsediyorum. Maske üstüne maske takan bir güruhtan bahsediyoruz. Memlekette FETÖ mevzûu epeyce aydınlatıldığından çok uzatmaya lüzum görmüyorum ama anlatmak istediğim bir şey var:

Bir gün terör örgütü Kürdistan İşçi Partisi (bu adla anmak neye karşı olduğumu daha iyi hatırlatıyor.) yani PKK’nın bir dergi-gazete karışımı yayınını inceliyordum. O dergide partilerine destek olmayanların tavuğuna kadar vurulması salığını, bir korucunun 6 aylık bebeğinin devlet ajanı olduğu gibi gerekçeyle katledilmesi haberinin olmasının yanında bir de etkisiz hale getirilen teröristlerin hayat hikayeleri yer alıyordu. Nereli olduklarına, örgüte nasıl katıldıklarına dair bilgiler… Bunlara bakarken Erzurumlu birine denk geldim. Lisede bir öğretmeni dine olan ilgisini fark ediyor bunun üzerine Saidi Nursi tarikatiyle tanıştırıyor. Her nasıl olduysa bu grup aracılığıyla PKK’ya katılıyor. Kemalistlere din cephesinden demediğini bırakmayan grubun “Peygamber Muhammed ve Öcalan arasında seçim yapacak olsam Öcalan’ı seçerdim.” diyen sempatizanları olan örgütün insan kaynakları bürosu olması gerçekten de ibretlik bir durum. İşte Erzurum gibi bir yerde gençler böyle kaybediliyor, örgüt böyle adam kazanıyor.



Liseliler, Ülkü Ocakları’nın da ilgi alanında. Bundan önce bahsi geçenlere benzetmek amaçlı adını geçirmiyorum. Ülkü Ocakları’nın tarihi Türk milletine hizmetle doludur. Nice başarılı, insanlığa faydalı kişi yetiştirmiştir fakat değinmeden edemeyeceğim bir nokta var. Memlekete, Mehmet Emin’in “Bundan sonra her vatandaş şu Türkiya toprağında / Mâ’bediyle mektebiyle her şeyiyle hür olacak / Bir çelikten kala kadar emin ocağında / Bir hükümdar sürmek için hak bulacak!” dörtlüğüyle müjdesini verdiği cumhuriyet gelmiş. Kula kul olma devri bitmiş artık herkes sadece “yurda kul” olmuş ama bugün kendini milletine adamış kardeşlerimiz kendisine tebaa demekten gocunmayacak, zırtapozun birinden falaka yemeyi hazmedecek şekilde eğitiliyorlar. Bu acınası bir durum değil midir?

***

İlk paragrafta bahsettiğim Türk milliyetçisi kurumlardan bazı isteklerim var. Nedenlerini şimdiye kadar anlattıklarımdan anlayabilirsiniz ama son paragrafta yineleyeceğim.

İsterim ki liselilere özel gruplar oluşturulsun. Kuruluşlarımızda akademisyenlerimiz tarafından matematik, biyoloji, felsefe, coğrafya… anlatılsın ama öyle sıkıcı olanından, ucunda sınav olanından değil. Okul gibi mecburiyeti olmayan, not korkusu olmayan, aileye hesap verilmeyecek bir etkinlik öğrencilerin öğrenme şevkini artıracaktır.

Bu tür programlarda okuryazarlık üstüne yoğunlaşmamız gerekir. Kastettiğim temel okuma yazma becerisi anlamında değil. Bir konuyla ilgili bilgiyi yorumlama, işleme anlamındaki okuryazarlık. Medya okuryazarlığı, hukuk okuryazarlığı gibi. Nesin Matematik Köyü, soyut matematik zevkini geliştirmek amacıyla yaptığı işlerde epey başarılı gözüküyor. Kesinlikle incelemeli ve örnek almalıyız.

Türk Ocakları’nın cumhuriyetin ilk yıllarında psikolojiden sosyolojiye, iktisattan güzel sanatlara, pratik bankacılıktan fıkıha kadar verdiği dersler de örnek teşkil edebilir.

İsterim ki her kuruluşumuzun güzel bir web sitesi olsun. Akademisyenlerimiz, birikimli hocalarımız daha dar bir grubu ilgilendiren akademik yayınlarının yanı sıra meraklılar için günlük dilde ve genele seslenen, rahat anlaşılır yazılar yazsınlar. Bahadırhan Dinçaslan’ın TamgaTürk’teki bir yazısında öğrenmeye meraklı bir gencin ağzından ve Türk Ocağı için söylediği gibi: “İşte bu meraklı genç olarak, hayalim şu: Okurken, yahut bir Türk milliyetçiliği muarızı ile tartışırken, bir haber okuduğumda, gece yatarken Turan nasıl kurulur diye düşündüğümde aklıma gelen sorular… Bu sorulara dair Türk Ocağı’na gittiğimde, yahut web sitesini açtığımda, yahut kütüphanesini ziyaret ettiğimde, hazır cevaplar bulayım. O cevaplar beni tatmin etsin.”

Mesela lise yıllarımda Türk kimliğinin muhtelif yönleri olduğunu bilirdim ama bunu kavrayacak ve başkalarına anlatabilecek seviyede anlamam epey zaman aldı. 30eksi’de yayınlanan Türklüğe Giriş 101 gibi ilgi çekici başlıkla sunulan bu yazıya benzer bir yazıyla karşılaşsaydım zamandan tasarruf edebilirdim.

İsterim ki sağlam bir milliyetçilik anlayışı aşılansın. İnsan sevgisine dayanan, başka milletleri küçük görmeyi reddeden milliyetçilik. Ne diyordu Chesterton: “İyi asker arkasındakileri sevdiği için savaşır, karşısındakinden nefret ettiği için değil.” 

Milliyetçiliğin bir bakıma tarihin milletler mücadelesi olduğu, üstünlüğün verilen mücadeleyle, dünyaya sunulan katkı ile ölçüldüğü anlatılmalıdır. Yani dönemlere bağlı olarak milletler arası üstünlüğün değişebileceği… Aksi takdirde Türk’ün üstün ırk olduğu gibi kabullerle yetişen kişi günün birinde tarihte okuduklarıyla şimdi gördükleri arasındaki uçurumu fark ettiğinde ya hisleri sönecektir ya da kendini tatmin edebilecek yalancı cevaplar bulup hayatını yobazca devam ettirecektir.

***

Bunca cümlenin özeti aşağı yukarı şöyle.

İlk paragraftaki şikayetçi olunan tipler bir günde yetişmiyor. Gençlere onları birey olarak kabul ettiğimizi hissettirerek – “adam gibi”- muamele etmezsek, onlarla ilgilenmezsek bir başkası mutlaka ilgilenecektir. Böylece art niyetli grupların kötü emellerine alet olmaları işten bile olmayacaktır. Veya hasbelkader milliyetçi olacaktır ama nasıl milliyetçi…

Potansiyeli ile ileride suç işleme ihtimali bulunan liseli gençlik, aynı potansiyeli ile bilimle, sanatla çağdaş uygarlık yolunu da açabilir. O zaman elimizi taşın altına koymalı, liseli gençleri doğru kanalize etmeliyiz. 

İlk paragrafta bahsettiğim Türk milliyetçisi iddiasındaki kuruluşların hedef kitlesi ne yazık ki zaten kendi kendini eğitebilecek seviyeye ulaşmış kişilerdir. Yani işin daha kolay olanına yönelmiş durumdalar.

Koronadan sonra bir gün mutlaka normalleşeceğiz. O vakitte bu hususa dikkat ederek yapacağımız planlamalar pek çok şeyi değiştirecektir. Sözüme itimat eden arkadaşlarımla elimden geleni yapacağıma söz veriyorum. Elinde fırsatı olan her bir kişinin de bu hususları dikkate almalarını, eğer bana katılıyorlarsa söz meclislerinde bu durumu dillendirmelerini rica ediyorum.

“Siyasi sınırlarıyla, dağlarıyla, dereleriyle değil; feyzi ile, ümranı ile, sanatı ile yeni bir vatan çizip ortaya çıkaracağız.” sözünü zaman zaman hatırlayalım ve bu doğrultuda çabalamaya devam edelim.



Yeni vatanda görüşmek dileğiyle.

Derleme: Atsız Mecmua'daki Sabahattin Ali Şiirleri



Rüzgar - Atsız Mecmua 2. Sayı



Arzularım muayyen bir haddi aşınca
Ve kulaklar sözlerime sağırlaşınca

Bir ihtiras duyup vahşi maceralara  
Çıkıyorum bulutları aşan dağlara. 

 

İlâhların başı gibi başları diktir, 

Bu dağları saran sonsuz bir genişliktir.

Ben de katıp vücudumu bu genişliğe  
Bakıyorum aşağlarde kalan hiçliğe.

Bu dağların bîr rakibi varsa rüzgârdır.
Rüzgâr burada tek başına bir hükümdardır. 

 

Burada insan duman gibi genişler, büyür;  
Bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür

Buralarda her düşünce sona yakındır,
Burada her şey bizden uzak, “O”na yakındır

 

Burada yoktur insanların düşündükleri,   

Rüzgâr siler kafalardan küçüklükleri. 

 

Yanağıma çarpar geniş kanatlarını 

Ve anlatır mabutların hayatlarını. 

 

Ara sıra kulağını bana verdi mi 

Ben de ona anlatırım kendi derdimi 

 

“Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgâr, 

Benim artık yalnız sana itimadım var! 

 

Gelmiş gibi uzaktaki bir seyyareden   

Yabancıyım bu gürültü dünyasına ben. 

 

Etrafımın sözlerine aklım ermedi, 

Etrafım da bana asla kulak vermedi.

 

 Senelerden beri hâlâ anlaşamadık,   

Ben de kestim anlaşmaktan ümidi artık. 

 

Gözlerimde hakikati sezen bir nurla 

Etrafımı süzüyorum biraz gururla.

 

 Bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya 

En büyük şey, en asil şey küçülür Burada.   

 

Burada yalan para eden yegâne iştir; 

Burada her şey bir yapmacık bir gösteriştir.

 

 Kimi coşar din uğruna geberir, yalan;  

 Kimi gider şeref için can verir, yalan! 

 

Bir filezof yetmiş eser yazar, yalandır; 

Bir kahraman istipdadı ezer, yalandır. 

 

Şairlerin büyük aşkı fânî bir kızdır.   

Bu dünyada herkes sinsi, herkes cılızdır. 

 

Ne hakikî aşktan Burada bir çakan vardır, 

Ne de onu görse dönüp bir bakan vardır… 

 

Her büyüklük cüzzam gibi dökülür Burada,   

En muazzam ölüm bile küçülür Burada. 

 

Benim kafam acaip bir dimağ taşıyor, 

Her dakika insanlardan uzaklaşıyor. 

 

Zaman zaman mağlup olsam bile etime  

 İnsan olmak dokunuyor haysiyetime. 

 

Büyük, temiz bir arkadaş arıyor ruhum, 

İşte rüzgâr, şimdi sana sığmıyorum! 

 

Asaletin yeri yoktur gerçi hayatta,  

 En asil şey seni buldum bu kâinatta. 

 

Güneş gibi ne bin türlü ışığın vardır, 

Ne de süse, gösterişe baktığın vardır.

 

 Deniz gibi muamma yok derinliğinde,   

Bir ferahlık, bir saflık var serinliğinde, 

 

Bir dev gibi küçük, mızmız sesleri yersin, 

Allah gibi görünmeden hüküm sürersin. 

 

Düşmanıyım ben de cılız güzelliklerin, 

Rüzgâr! Bu dağ başlarında çırpman serin 

 

Kanatlarım gök yüzünden akan bir seldir,   

Bana kudret ve cesaret veren bir eldir. 

Beşerlikten uzaktayım senin ülkende, 

Senin gibi azemete âşıkım ben de, 

 

İşte rüzgâr senin gibi ben de deliyim. 

Islıklarım senin gibi inlemelidir,   

 

Herkes beni ürpererek dinlemelidir.   

Rüzgâr, sana, yalnız sana benzemeliyim.    

 

Nefes – Atsız Mecmua, 3. sayı

 



“Gök Alp’a İthaf”

 

Kalplere serptiğin kıvılcımlardan

Bir ışık yanıyor ey büyük nebî.

Gönüller, zâtını bize aşk sunan

Bir mürşit, tanıyor ey büyük nebî.

 

Bilirsin göynümün ne duyduğunu,

Karşında tekrara hacet yok bunu,

Benliğim önünde, ululuğunu

Daima anıyor ey büyük nebî.

 

Başımız önünde geliyor yere,

ışışklar dağıttın sen gönüllere.

Millet aşkını duyan bir kere

Seni nûr sanıyor ey büyük nebî.

 

Mefkûre nûruyla bizleri besle,

Uğrunde ölelim biz de hevesle;

Gençliğin kalbi bu taze nefesle

Beraber kanıyor ey büyük nebî.

 

Dağlar – Atsız Mecmua, 7. sayı

Başım dağ saçlarım kardır,

Deli rüzgarlarım vardır,

Ovalar bana çok dardır,

Benim meskenim dağlardır.

 

Şehirler bana bir tuzak,

İnsan sohbetleri yasak,

Uzak olun benden, uzak,

Benim meskenim dağlardır.

 

Kalbime benzer taşları,

Heybetli öter kuşları,

Göğe yakındır başları;

Benim meskenim dağlardır.

 

Yarimi ellere verin;

Sevdamı yellere verin;

Elleri bana gönderin:

Benim meskenim dağlardır.

 

Bir gün kadrim bilinirse,

İsmim ağza alınırsa,

Yerim soran bulunursa:

Benim meskenim dağlardır.

 

Kara Yazı – Atsız Mecmua, 12. sayı



Geçmedi yare sözümüz

Yollarda kaldı gözümüz

Yere sürüldü yüzümüz

Böyleymiş karayazımız.

 

Çiçekler açılmaz oldu

Pınarlar içilmez oldu

Yar bize gülmez oldu

Böyleymiş kara yazımız.

 

Yalnız ona yar demiştik

Onda bir şey var demiştik

O bizi anlar demiştik

Böyleymiş kara yazımız.

 

Hey gönül gene bu gece

Kederim geceden yüce

Gel susalım beraberce

Böyleymiş kara yazımız.

Mayıs – Atsız Mecmua 13. sayı



İçerim ateş doludur  

Mayıs ayların gülüdür  

Taze bir çiçek dalıdır  

Mayısta gönltim delidir.  

 

Yeşil bağlara göçülür  

Tatlı şaraplar içilir  

Yârim dökülüp saçılır  

Mayısta gönlüm delidir  

 

Göklere karşı yatılır  

Dertlerimiz unutulur  

Eski sevgiler atılır  

Mayısta gönlüm delidir.

 

Uzakta kuşlar seslenir  

Gönlüm genişler beslenir  

Yaşamaya haveslenîr  

Mayısta gönlüm delidir.  

 

Yumuşak rüzgârlar eser  

Çemenlerde yârim gezer  

Yanılır bana gülümser  

Mayısta gönlüm delidir.

 

 Unutamadım – Atsız Mecmua 17. sayı



Gönlümü avutamadım

Seni söküp atamadım  

Ben ahdımı tutamadım  

Yâr seni unutamadım

 

Bahtın lûtfuna ermişim  

Gönlümü sana vermişim  

Meğer ne çok severmişim  

Yâr seni unutamadım

 

Gönül bir acayip deli  

Yârın âzât olmaz kulu  

Bilmedim neylemeli  

Yâr seni unutamadım

 

Kalksam gönlümü âzâda  

Eski günler gelir yâda  

Bu niyan dolu dünyada  

Yâr seni unutamadım

 

Kendimi aldırdım gama  

Yerleştin kaldın kafama  

Unutmak istedim ama  

Yâr seni unutamadım. 

Derleme: Türk Ocaklarına Dair Görüşler

30eksi, 30 yaş altının sesini duyurmaya devam ediyor. Takipçilerimize Türk Ocaklarını sorduk. İşte sizin görüşleriniz.


Görüş 1:
Türk Ocaklarının kuruluş vasfından saptığı gözlemlemek hiç zor değil; MTTB gibi vakti zamanında daha seküler resmi ideolojinin tabana yayılması için kurulmasına rağmen zaman içinde hemen her milliyetçi kurum ve kuruluşun uğradığı akibete uğradılar; muhazafakar liberal kisvesi altında, cumhuriyet değerlerine karşı oluşumların proto-ön mutfağı haline geldiler. Bugün eylemsel fonksiyonlarının olmayışını eleştirmeye gerek yok. Çünkü eylemselliğin dayanacağı zihin dünyaları da gericiliğin işgali ve istibdatı altında. Bugün, bir hareket tarzından çok kültürel bir kermes haline gelmeleri oldukça üzücü.
Türk Ocaklarının şu anki yönetimi tam manasıyla mirasyedidir. Türkocağı’nın ismini, sembolünü, yarattığı değeri kullanmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Burada şunu sormak gerekir: Ocağın ismini, mazisini, binasını ellerinden alırsak geriye neleri kalıyor? Koca bir hiç. Gidip gelenler kendilerini kandırsınlar. Ankara’da genel merkez işlevini tam olarak yürütmeyip Balgat Ocak gibi davransa da birtakım deneyimli hocalarla bu açığını kapatıyor. Taşra teşkilatlarının durumu çok kötü. Ne yazık ki onlar da büyük işler başardığını sanıyor çünkü karşılaştırabilecekleri başka oluşum yok çevrelerinde. Belki kötünün iyisi diyebiliriz. Bir de onursal başkanları var. Adı Nuri Gürgür imiş. Bana hiç güven vermeyen birisi. Zaten daha önce genel başkanlık yapmış birisine onursal başkanlık unvanını yakıştırmak yalakalıktan başka bir şey değildir. Başka hiçbir kurumda böyle bir şey yoktur. Onursal başkanlık dediğin hizmetleri bulunmuş ama daha önce hiç genel başkan olmamış, çeşitli işleri dolayısı ile de olamayacak kişilere verilir. Mehmet Öz ve Nuri Gürgür ekibinin ve anlayışının temizlenmesi en hayırlısı olacaktır. Ankara şubesiyle aralarında bitip gitmeyen bir sıkıntı var. Genel merkez ile şube yetki ayrımını iyi yapmalı. Ankara şubesi, genel merkezin yetki alanına karışmamalı. Genel merkez ise Ankara şubesinin yetki alanına karışmamalı. Kibir gerçekten çok kötü bir huydur. Son olarak genç kardeşlerime seslenmek isterim. Bu kurumlardan alacağınızı alın ama sakın sakın kendinizi kullandırtmayın. Unutmayın hiçbirine muhtaç değilsiniz. Bu insanların altından çekildiğiniz an hiçbir şey olduğunu göreceksiniz.
Görüş 2:

Ne yazık ki Türk milliyetçilerinin bin bir emekle hayata geçirdiği kurumlar işgal altındadır. Önce MTTB sonra Türk Ocakları. Gördükçe kahroluyorum. Onurlu il başkanlıkları olsa da bütününe baktığımızda durum iç açıcı değildir. Yeni kurumlar kurmak yerine var olan yapıların ihya edilmesinin daha iyi olacağını düşünüyorum.

Görüş 3:
Dönüp dolaşıp hep aynı konuları işliyorlar, özgün bir fikir yok, hareket yok, kombineli milliyetçilerin ezberinden başka bir şey değil maalesef, Ahmet Yesevi, Maturidilik, Orta Asya, Galip Erdem vs. birbirinin kopyası anışlar. Ülkü Ocaklarına göre daha akademik olduğunu iddia ettiği konuların hapsinde beyin ölümü gerçekleşmiş hasta adam gibi.
Görüş 4:
Devletin en üst makamını fırka siyasetine bırakanları tebrik ederek kurucularının “fırka siyaseti ile iştigal etmemek” olarak tanımladığı alanın dışına çıkmış kurumdur. Bunu da devlet terbiyesi ve milli iradeye saygı olarak nitelendirmiştir. Oysa tebrik ettikleri kişiler bizzat fırka siyasetinin merkezidir. Partileşen devlet ve ucubeleşen hükümet sistemi her şeyiyle ortadayken böyle bir hareket yapıp üstüne bir de bunu devlet terbiyesi ile açıklamak ne kadar doğrudur orası kendilerine kalmış.
Görüş 5:

Türk Ocakları cumhuriyet sonrası Türkiye’nin ve Türkçülerin atisine yön vermiş yegane ocaktır. Kanımca farklı fraksiyonlardaki Türkçülerin ortak noktası olabilecek tek yerdir. Türkçülerin aydın sınıfının Türk Ocakları olduğu tespiti hayli kolaydır. Ancak politikaya entegre olmamış ve popülizmden uzak kalmış bir yapının yine bu iki olgunun ruhsuzlaştırıp militarize ettiği gençliğe ulaşması için alternatif geliştirmesi zaruridir. Yahut gençlere ulaşmanın en kolay yolu olan sosyal medyanın daha iyi kullanılması ve daha faal gençlik teşkilatlarının oluşması gerekir. Her tavrına imza koyacak milyonların olduğu düşüncesine ancak binlerin haberdar olduğu gözlemim umarım bir yanılgıdır. Son olarak bu yazıyı yazma sebebim Türk Ocaklarını eleştirmek cüretini kendimde bulduğumdan değil bir Türk evladı olarak Ülkü devine iyi dileklerimdir.

Görüş 6:
Türk Ocaklarının güncel tavrı üzerine… Türk Ocakları 1912 yılında aralarında Türkçülük fikrinin önemli isimlerinden Yusuf Akçura, Mehmet Emin Yurdakul gibi isimlerin de bulunduğu bir grup Türkçü tarafından kuruldu. Ülkemizin günümüzdeki ismiyle en eski sivil toplum kuruluşudur diyebiliriz. Türkçülük fikri temelinde kurulan ocak kendisini siyaset üstü görerek sadece memleket menfaatleri için çalışmayı amaçlıyordu. Nitekim sonrasında gerek Kurtuluş Savaşında gerekse Cumhuriyet sonrası devrimlerin hayata geçirilmesinde çok büyük destekleri olmuştur. Zaten Milli Mücadeleyi başlatan, devam ettiren ve nihai zaferle neticelenmesi sağlayan fikir de Türkçülüktür. Fakat günümüze döndüğümüzde maalesef Türk Ocaklarının yeterince faal ve net olamadığını görüyoruz. Elbette böylesi bir oluşum siyaset üstüdür ve kısır siyasi meselelere dahli bulunması söz konusu değildir. Ancak yine siyaset üstü olan ve vatanımız için hayati önem arz eden memleket meselelerine kuruluş amacı ve misyonu düşünüldüğünde muhakkak dahil olması gerekmektedir. Yakın tarihimize dönüp baktığımızda Ergenekon tertibi, sözde çözüm süreci, rejim değişikliği, Suriye politikamız gibi hayati konularda maalesef Türk Ocakları net bir duruş ortaya koyamamış, koyduğu durumlarda da gerekli etkiyi yaratamamıştır. Örneğin yüz yıl önce aziz vatanımız Sevr Antlaşmasından sonra işgal edilmeye başladığında Türk Ocağı tarafından milli duyguları uyandırmak amacıyla Fatih ve Sultanahmet mitingleri düzenlenmiş ve mitingler büyük ses getirmiştir. Fakat günümüzde yukarıda bahsettiğim hayati konularda gerekli etki yaratılamamış üstelik halkımız da net bir şekilde bilgilendirilememiştir. Nitekim Türk Ocakları çözüm sürecinin neresinde isimli makale sürecin başlamasından yaklaşık beş yıl sonra 2014 yılında yayınlanmıştır. Yine Ergenekon Millete Hakarettir isimli bir söyleşi kurum tarafından söz konusu tertip başladıktan altı yıl sonra 2014 yılında yayınlanmıştır. Toparlayacak olursak maalesef ki Türk Ocakları tarihçesini, benimsediği fikri ve misyonunu göz önünde bulundurduğumuzda günümüzde yeterli ve net duruş sergileyememektedir. Böylesi bir kuruluşun daha aktif olması, gerektiğinde birçok vatanseveri harekete geçirebilmesi gerek kurumun tarihi misyonu gerekse memleketimizin menfaatleri adına oldukça elzemdir.

Görüş 7:
Türk Ocakları bugün akademik bir çerçevede yönetilen, gençlerin milliyetçi şuuru fark etmeleri ve diri tutmaları için çalışan bir çatıdır. Kuruluşunun Osmanlı’nın buhranları dönemlerine denk gelmesi rastlantı değil. İşgal, katliam ve göçlerle inletilen millet için onun en bilgili ve en cesur sınıfının bir kıyamıydı Türk Ocakları. Milletin gençleri bu işin başını çekiyor, Türk aydınların bir araya getiriyor halkı uyandırmak için çabalıyorlardı. Bugün ulusun farklı şekillerde kuşatıldığının farkında olmak lazım. Mevcut hükümet döneminde kurulmamış fabrikaların çoğu satılmış, tarım ve hayvancılığın bitirilmesiyle en temel ihtiyacımız olan besin ihtiyacı ithalata bağlanmış, içme suyu kaynakları dahil toprakların can damarları HES’lerle israf edilmiş, gelir ve servet dağılımda eşitsizlik ayyuka çıkmışken ve daha nice problem ulusun ve gençlik kaderini boğarken Türk milletini temsil etmesi gereken ocakların dışarı çıkıp sesimizi duyurduğu ve yankı uyandırdığı bir eylem olmamıştı. Türk ocakları devletle olan münasebetlerini Türk halkına tercih etti. Bunda yaşlı yönetici kadronun anlayışının domine ettiği ve pasifize kıldığı gençlerin suskunluğu önem arz etmekte. Güçsüz bir temsil gücünün varlığı değersizdir. Siyaseti ya şekillendirirsin ya da izlersin. Türk ocaklarının Türkiye’ye yönelik tehditlerin farkında olduğunu sanmıyorum. Farkında olduklarında bile siyaseti şekillendirme konusunda aciziyetleri görünüyor olmalı. Özeleştiri verip tartışılmalı. Bu milletin sizden beklediklerini karşılayabiliyor musunuz sorusu sorulmalı? Küçük bir alana tıkılıp kalmış ne milletten ne siyasetten müttefik bulamayan bir milliyetçilik anlayışının çöküşünün ispatıdır. Yeni anlayışlar ise eski kadrolarla olmaz. Siyasette müttefikiniz yoksa onları siz yaratırsınız, 50 metrekare alanlarda değil, sokaklarda… Türkler organize olması ve ani hareket kabiliyetiyle tarih sahnesinde var oldu. İlahi müdahalelerin ve evliyaların dualarıyla değil, bileğinin gücü, okunun menzili, yayı yapan ustanın sabrı, süvarinin hüneri ve boyun eğmez bir anlayışında eseriydi. Aklını iş bilmezlere yaşı büyüktür diye emanet etmedi. Yönetim makamının sarsılmasından endişe edeceklere değil de gençliğinin ateşini taşıyanlara emanet edilmeli. Türklük sokaklara, problemlerin sorumlularının kapısına gitmeli. Artık teoriye değil eyleme ihtiyaç duyanların çatısı olmalı, çünkü bu ulusun şu anda bundan daha çok ihtiyaç duyduğu bir şey yok.

Görüş 8:
Türk Ocakları, milli ve yerli bir gençlik yetiştirmek üzere kurulmuş bir yapıdır. Milli mücadelede etkin rol oynaması ve bugüne kadar yetiştirdiği nesillerin kalitesi tartışılmazdır. Fakat son dönemlerde Türk Ocaklarının vizyon ve misyonundan uzaklaştığı aşikardır. Nasıl mı? Günlük siyasetin yahut iktidarın baskın duruşu Türk Ocaklarının tarafsızlığına gölge düşürmektedir. Türk Ocakları iktidarın ve güç sahiplerinin yanlışına yanlış dememeye başlamıştır. Sert bir eleştiri de olsa ocaklar İslamcılık çizgisine kaymaya başlamıştır. Tarihte kadrolarıyla ülke kaderini değiştirme gücüne sahip olan ocaklar; günümüzde faal olabilme yetisini yitirmiş görünmektedir. Türk Ocakları yeni bir vizyon ile özüne dönmelidir.

Öykümüz Bizim: 30eksi'nin kuruluşu

Canımın sıkkın olduğu bazı anları kıymetli bulurum. Uzunca bir süre hiçbir şey yapasım gelmez ama sonra aniden yaratıcılığım tetikleniverir. Bir şeyler yapmak isterim. İşe yarar, farklı, yeni, manevi değeri yüksek şeyler… O ana kadar gördüklerimden, dinlediklerimden, üzerine kafa yorduklarımdan yeni fikirler doğar. Amerikalı reklam müdürü Young’un sözüydü sanırım: “Yeni dediğimiz, eskinin bir farklı kombinasyonu değil midir?” Bu yaklaşımı aşağı yukarı doğru bulurum. İnsan elbette yeni bir eser ortaya koyarken eskilerden beslenir. İşte tam da böyle bir zamanda Ağrı’daki evimizin küçük bir odasında kafamın içinde bir tohum filizlendi. Önceden farklı esaslar, çalışma yöntemleri, formatlar, kurallar belirleyerek denediğimiz, bazıları başlamadan biten işlerimize çok benziyordu. Az çok okumakla, yazmakla meşgul olan herkesin mutlaka aklından geçmiştir bir dergi, e-dergi ya da ona benzer içerikler üretmek. İşte ben de o gün 30eksi isimli bir yayın oluşturmaya karar verdim ve blogger sosyal medyası diyebileceğimiz “Medium” isimli sosyal ağda hesap kurarak cansuyunu verdim. Karar anına dek konuyla ilgili kafamda dolaşan düşünceler, beslendiğim kaynaklar vardı.

Birincisi; biz, Türk milliyetçileri, kendimizi yeterince anlatamıyorduk. Bu da yetmezmiş gibi milliyetçi olmayanların kafasındaki basmakalıplara, bizden olmayanın bizim için yaptığı tanımlara uymaya çalışıyorduk. Söylemlerimizi, mücadele yöntemlerimizi güncellememiz gerekliydi.

İkincisi, hemen hemen her konuyla ilgili görüşlerimiz, yayınlarımız olmalıydı. Sloganları çok değerli bulurum ama sadece sloganla olmayacağını da bilirim. Türk milliyetçisi olmayanların da ilgisini çekecek içerikler üretmeliydik. Eğer bizzat üretemiyorsam üretme potansiyeli olanları teşvik etmeliydim. Bu görüşlerimin oluşmasında Servet Avcı’nın “sivil milliyetçilik” yazıları etkili oldu.

Üçüncüsü, basılı yayınlar pek masraflıydı. İnternetin hayatımıza dahil olmasıyla sözlüğümüze girmiş “yeni medya”ya hakim olmalı ve enstrümanlarının veriminden faydalanmalıydık. Basılı yayının havası bir başkadır. Elle tutulan bir ürün almak, hele hele bunu üretmek çok değerli hissettirir; fakat harcanılan paraya, emeğe değer mi? Belki bazen. Basılı yayınların dağıtımı, geç çıkması gündem kategorisindeki yazıları bayatlatır. Okunma sayısını, oranını bilemezdin. Kapağı, görselleri güzel diye alınıp okunmadan öylece evin bir köşesinde durma ihtimali bir hayli yüksekti.

Dördüncüsü; gençlerin de bizzat yazdığı samimi bir oluşum inşa etmek gerekliydi. Tamam, yayıncılar gençlerin yazılarını bir çırpıda kestirip atmıyordu fakat hakkını da vermiyordu. Ayrıca yazılarımızı gönderecek kadar samimiyetine güvendiğimiz kaç tane oluşum vardı ki?

Gençlerin de bizzat içinde bulunduğu samimi bir oluşum inşa etme fikrini biraz keskinleştirdim ve sadece 30 yaş altı kişilerin yazdığı, sırtını kendine yaslayan bir yayın oluşturmaya karar verdim. Adından da tahmin edilebilir olmasını isteyince 30eksi ismi ortaya çıkmış oldu. Tabii buradan 30 yaş üstüne değer vermediğimiz, görüşlerini önemsemediğimiz gibi anlamlar çıkarılmamalı. Şüphesiz onların tecrübeleri çok kıymetlidir ve tecrübelerine kulak vermeliyiz. Bunun yanında; yaşça büyük bir kimseyi eleştirenlere, karşı fikir belirtenlere vurulan edepsiz gibi damgaların önünde durmalıyız. Kişinin yaşça büyük olması onun haklı olduğu anlamını taşımaz.


"30eksi artık bir kişinin, grubun değil; çağdaş, akılcı, eleştirel, sivil bir Türk milliyetçiliği anlayışını benimseyen herkesindir."


Bu düşüncelerden yola çıkarak kurulan 30eksi’de kısa zamanda çok güzel gelişmeler yaşandı. Ağrı’da bulunan küçük odadaki çabamı Ankara’daki yurt odamda sürdürürken bu çabaya Ankara’daki, İstanbul’daki, Kırşehir’deki, Bursa’daki, Adana’daki, Gaziantep’teki… pek çok hane ortak oldu. Okuyuculardan iyi dilekler, pek güzel ve sayıca fazla yorumlar aldık. Beşinci aya girerken şunu söylemek gurur verici: 30eksi artık bir kişinin, grubun değil; çağdaş, akılcı, eleştirel, sivil bir Türk milliyetçiliği anlayışını benimseyen herkesindir. Bu vesileyle 2020’den itibaren “30eksi.com”dan fikirlerimizi, düşüncelerimizi, duygularımızı haykıracağımızı duyurmaktan memnuniyet duyarım. 1 Ocak tarihini yeni yılda yeni başlangıçlar yapmak için de seçtik ama o tarihin bizler açısından bir önemi daha var. Fırat Yılmaz Çakıroğlu’nun doğum günü. Onu ve bağrında yaşattıklarını unutmamaya, unutturmamaya söz vermiştik.


Bahadırhan Dinçaslan şöyle diyordu: “Ruhumuz bize her gece bugün Fırat için ne yaptın diye soracak.” Gerçekten de zaman zaman sorarım kendime; Çakıroğlu’nun bayraktarlığını yapmış, uğruna canını verdiği ideali için ne yaptın diye. Belki küçüktür, azdır, başkasına kıyasla hiçtir ama bir çabam var. Zaman zaman bu soruyu hatırlayalım diye yeni yazılarımızı Fırat Yılmaz Çakıroğlu’ya ve indinde onun “mesele”si için irili ufaklı çaba gösteren herkese ithaf ediyoruz.

Duran Dinçaslan’ın ağıdından bir dörtlükle bitirelim:

Hele dön bir bak maziye
Dayanmaz yürek sızıya
Ege’den bozkurt yolladık
Özmen ile Önkuzu’ya


CKMP’den MHP’ye Geçiş: Soner Yalçın’ın 11 Yıldır Bitmeyen Safsatası

Soner Yalçın’ın “MHP’nin 40 yıldır bitmeyen derdi” köşe yazısına 11 yıl sonra bir reddiye yazıyorum. Neden 11 yıl sonra yazdığımı soranlar olacaktır. Söz konusu yazı yayımlandığında ben henüz 7 yaşındaydım ve Soner Yalçın’ın köşe yazılarını okumaktan daha faydalı olan şeylerle — futbol oynamakla, bilgisayar oyunlarıyla, arkadaşlarımla kavga etmekle — meşguldüm.

Twitter’da Ülkücü Arşiv adlı hesaptan Millet Partisi’nden günümüze Türk milliyetçiliğinin siyasi arenadaki gelişimini inceleyen bilgiseli (flood) yazmaya başlamıştım. 1969 Adana Kurultayı kısmının, Soner Yalçın’ın anlattığından çok farklı olduğuna dair bir mesaj almam üzerine bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Yalçın’ın köşe yazısı asılsız iddialarla doluydu. Konuyu biraz araştırdım o dönemki büyüklerimiz Soner Yalçın’a elektronik postalar yollayarak durumu anlatmışlar fakat Yalçın hatasını kabul etme erdemini göstermemiş. O halde serüvenin doğrusunu yazalım.

TÜRKEŞ VE ARKADAŞLARI CKMP’YE GİRİYOR

Alparslan Türkeş’in büyükelçi müşaviri sıfatıyla gönderildiği Hindistan sürgünü 1963 Mart’ında biter. Alparslan Türkeş yurda döndüğünde onu karşılayanlar arasında Nihal Atsız’ın kardeşi Nejdet Sançar da vardır. Hindistan’da Türk milliyetçiliğini cemiyet hayatına hakim kılma stratejisini oluşturmaya başlayan Türkeş, yurda döndüğünde milliyetçi çevrelerle yaptığı görüşmeler sonrası stratejisini kesinleştirir. Siyasete atılıp partileşmek. Böylelikle Türk milliyetçiliği yurdumuzda hak ettiği yere gelebilecekti. Siyasete girme onayını aldığı kişiler arasında Hüseyin Nihal Atsız da vardır. Mart ayı bitmeden milliyetçi çevreler “Huzur ve Yükseliş Derneği”nde buluşur. Türkeş ve arkadaşları iki yıl bu dernekte örgütlendikten sonra 1965 Mart’ında CKMP’ye üye olurlar. Nisan ayında Türkeş CKMP’nin genel müfettişi, Ağustos ayında ise genel başkanı olur.

PARTİYİ ATSIZ MI YÖNETİYOR?

Türkeş ve Atsız o kadar yakındır ki 1967 Eylül’ünde bazı çevrelerce Türkeş’in sadece sözde genel başkan olduğu CKMP’yi yöneten asıl kişinin Atsız olduğu öne sürülür. Atsız’ın sahibi olduğu Ötüken dergisinde bu iddialara yanıt verilir. Atsız’ın ve Türkeş’in davasından dönmeyen iki yoldaş, arkadaş olduğu belirtilir. İddialara yanıt niteliği taşıyan yazıda konuya şöyle değinilmiştir:

Atsız’ın CKMP’yi perde arkasından idare eden kuvvetin başı olduğu çok adice ve alçakça bir iftiradan başka bir şey değildir. Çünkü bir kere Atsız siyasetle ilgisi bulunmayan bir insandır ve bütün ömrünü dolduran çilelerle yüklü hayatını yaşamaya devam etmektedir. Türkeş ise, bu memleketin bugüne kadar gördüğü parti genel başkanlarının en güçlüsüdür. Yani başında bulunduğu partiyi idare etmek için gizli kuvvetlerin yardımına ihtiyacı yoktur.

1969 CKMP ADANA KURULTAYI

1969 Şubat’ında Adana’da CKMP’nin olağanüstü genel kurultayı yapılır. Bu kurultayda Alparslan Türkeş ve Ahmet Tahtakılıç adaydır. Parti içi iktidar mücadelesi partiye sonradan giren, partiyi daha milliyetçi çizgiye çeken Türkeş grubu ile eskiler arasındadır. Basında Türkeş grubu Komandolar ya da Türkeşçiler diye anılırken eski partililer CKMP’liler diye anılırdı. Bu kurultaydan sonra partinin adı “Milliyetçi Hareket Partisi”, terazili parti amblemi de “üç hilal” olarak değiştirilir. Yani Atsız’ın aday olup kaybettikten sonra siyasete küsmesi ve bozkurt olan parti ambleminin üç hilal olarak değiştirildiği iddiaları yanlıştır. Soner Yalçın’ın asılsız iddialarına cevap verirken gayem sadece Soner Yalçın’ı değil aynı zamanda onun bu iddialarını doğru kabul eden kendine “Atsızcı” diyen kesimi de düzeltmektir. Atsız’ın sırf kaybetti diye siyasete küsmesi gibi iddiaları ağzına alanlar, Atsız’ın mücadeleci kimliğine saygısızlık ettiklerinin farkına varmalıdır.

KURULTAY SONRASI İLİŞKİLER

1969 Eylül’ünde Atsız’ın sahibi olduğu Ötüken dergisinde, “Yaşayan Türk Milliyetçileri” başlığı altında Alparslan Türkeş’in biyografisi yayımlanır. Biyografi Nejdet Sançar’ın kaleminden çıkmıştır. Biyografiden bir kısım şöyledir:

Alparslan Türkeş, birçok meziyetlere sahip bir Türk aydınıdır. Her şeyden önce şuurlu bir Türkçü ve ülkücüdür.

Türkeş ve Atsız o dönem rakip ya da düşman olsaydı Atsız, kardeşinin kaleminden çıkan ve Türkeş’e yoğun övgüler içeren bu biyografiyi dergisinde yayımlatır mıydı?

1970 yılında Türkçü gençlerin arasına nifak tohumları ekmeye çalışanlar ortaya çıkar. Bu kimseler, Atsız ve Türkeş arasında fikri-fiili lider tartışmaları çıkararak siyasi arenada Türkeş’in gençlik gücünü azaltmaya, değerini düşürmeye çalışırlar. Genç Ülkücüler Teşkilatı’nın kurultayında Nejdet Sançar bu konuya değinir:

Sizler için mühim olan düşmanlarımızın ilgisidir. Çünkü düşman her geçen gün güçlü bir hale gelen Genç Ülkücüler Teşkilatı’nı, aranıza ayrılık tohumları atarak parçalama yolundadır…

Ülkü ve fikir teşkilatı olan Genç Ülkücüler Teşkilatı emrini Türkeş’ten alacaktır. Fakat emirleri MHP genel başkanı Türkeş değil Türkçü Türkeş verecektir.

Parti teşkilatlarına dair haberler, Türkeş’e yazılmış şiirler uzunca bir süre Ötüken’de yer almıştır. 1973 yılında da Türkeş, Türkçüler Derneği’nin üye listesinde Atsız ve Sançar’dan hemen sonra, 3. sıradadır.

Atsız’la ilişkilerine ağırlık vererek yazdığım Türkeş’in serüvenin 1965’ten 1973’e kadar olan özeti böyledir. Hak verirsiniz ki bir köşe yazısı yaşanan olayların tamamı için yeterli hacimde değildir. Temel konulara değinmeye çalıştım işin kalanı okuyucunun araştırma merakına kalmıştır. Fikir ayrılığının yaşanmadığını iddia etmiyorum. Fikir ayrılığını da bir gelişim, zenginlik olarak görüyorum. Bu yazının şehir efsanelerinin azalmasında bir payının olacağına inanıyorum. Maziyi bilmek iyidir ama mazinin kavgasında boğulmak yanlıştır. Her ne olursa olsun milli birliği zedeleyecek davranışlardan kaçınmak, doğruluğundan emin olmadığımız bilgileri yaymamak, yanlışımız var ise bunu kabul etme erdemini göstermek önümüzdeki engelleri azaltacaktır.